Depresyon Nedir?
Depresyon, kalıcı bir üzüntü, isteksizlik ve hayattan zevk alamama durumu ile karakterize yaygın bir ruh sağlığı bozukluğudur. Dünya genelinde yetişkinlerin yaklaşık %5’i depresyonu deneyimlemektedir. Hatta depresyon, küresel ölçekte iş göremezliğin önde gelen nedenlerinden biri olarak görülmektedir. Depresyondaki kişi çoğu zaman çökkün bir ruh hali, karamsarlık ve umutsuzluk içindedir. Bu durum sıradan bir mutsuzluk hâlinden farklıdır; depresyon derin bir çaresizlik hissi ve işlevsellikte belirgin düşüş ile seyreden klinik bir tablodur.
Belirtiler kişiden kişiye değişebilse de genellikle şunları içerir: sürekli üzgün, kederli veya boşlukta hissetme, eskiden zevk alınan etkinliklere ilginin kaybolması, kronik yorgunluk ve enerji düşüklüğü, uyku düzeninde bozulma (örneğin, uykusuzluk veya aşırı uyuma), iştah ve kilo değişimleri, konsantrasyon güçlüğü, değersizlik veya aşırı suçluluk duyguları ve hatta ölüm veya intihar düşüncelerinin varlığı. Bu belirtiler hemen her gün ve en az iki hafta süreyle devam ediyorsa klinik depresyon düşünülebilir. Depresyon yalnızca duygusal değil, fiziksel belirtilere de yol açabilir (örneğin açıklanamayan baş ağrıları veya ağrılar, sindirim sorunları) ve kişinin aile, iş ve sosyal yaşamını olumsuz etkileyebilir.
Depresyonun tek bir nedeni yoktur; biyolojik, çevresel ve psikolojik birçok etkenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan karmaşık bir durumdur. Sıklıkla dile getirilen “kimyasal dengesizlik” açıklaması, depresyonun oluşumunu tam olarak açıklamaya yetmez. Araştırmalar depresyonun, beyindeki biyokimyasal değişimlerden genetik yatkınlığa, stresli yaşam olaylarından sağlık sorunlarına kadar pek çok unsurun etkileşimi sonucu geliştiğini göstermektedir. Aşağıda depresyona zemin hazırlayan bu etkenleri biyolojik, çevresel ve psikolojik boyutlarıyla ele alacağız.
Biyolojik Etkenler
Depresyon gelişiminde biyolojik faktörlerin önemli bir payı vardır. Genetik yatkınlık bunların başında gelir; aile geçmişinde depresyon veya diğer duygudurum bozuklukları olan kişilerde depresyon görülme riski daha yüksektir. Hatta uzmanlar depresyon riskinin yaklaşık %40’ının genetik faktörlerle ilişkili olduğunu belirtmektedir. Beyin kimyasındaki dengesizlikler de depresyonla ilişkilidir. Özellikle serotonin, norepinefrin ve dopamin gibi nörotransmitter denilen beyin kimyasallarının düzeylerindeki değişikliklerin veya eksikliğinin depresyona yol açabileceği düşünülmektedir. Bu kimyasalların ruh hali düzenlemesindeki rolü nedeniyle, uzun yıllardır antidepresan tedaviler bu maddelerin dengesini düzeltmeye odaklanmıştır.
Beyindeki yapısal ve işlevsel farklılıklar da depresyonda gözlenmiştir. Örneğin, bazı araştırmalarda depresyonlu bireylerin hipokampüs bölgesinin diğer insanlara göre daha küçük olabileceği bulunmuştur. Stres hormonlarının etkisiyle yeni beyin hücresi oluşumunun baskılanması bu duruma katkı sağlayabilir. Ayrıca depresyonda beynin ön lobu ve limbik sistem gibi duygudurumla ilişkili bölgelerin aktivitesinde değişimler tespit edilmiştir.
Hormonal dalgalanmalar da biyolojik bir etken olarak karşımıza çıkar. Özellikle kadınlarda doğum sonrası (lohusalık) dönemde, adet dönemi döngüsünde veya menopoz sürecinde meydana gelen hormonal değişimler depresyon riskini artırabilir. Örneğin doğum sonrası depresyonunun (post-partum depresyon) altında yatan nedenlerden biri hızla değişen hormon seviyeleridir. Tiroid bezinin az veya aşırı çalışması gibi hormonal bozukluklar da duygu durumunu etkileyerek depresyona yol açabilmektedir.
Son olarak, genel fiziksel sağlık durumumuz da depresyon riskini etkileyebilir. Ciddi veya kronik hastalıklar beynin kimyasını ve kişinin psikolojisini etkileyerek depresyona zemin hazırlayabilir. Parkinson hastalığı, inme (felç), kalp krizi, kanser, diyabet veya kronik ağrı gibi tıbbi durumlar yaşayan kişilerde depresyon ortaya çıkma olasılığı daha yüksektir. Uzun süreli uykusuzluk, kronik yorgunluk sendromu gibi durumlar da hem vücudu hem zihni yıpratarak depresyona katkıda bulunabilir. Özetle, genetik mirasımız, beyin kimyamız, hormonlarımız ve beden sağlığımız depresyona karşı biyolojik hassasiyetimizi belirleyen önemli faktörlerdir.
Çevresel Etkenler
Bireyin yaşam deneyimleri ve içinde bulunduğu çevre, depresyon gelişiminde kritik bir rol oynar. Travmatik yaşam deneyimleri özellikle güçlü bir etkiye sahiptir: Çocukluk çağında maruz kalınan istismar (fiziksel, duygusal veya cinsel) ya da ihmal, ileriki yaşlarda depresyona yatkınlığı belirgin şekilde artırır. Erken dönemde güvenli bir bağlanma ortamından mahrum kalmak, bireyin stresle başa çıkma mekanizmalarını zayıflatabilir. Aile içi çatışmalar, ebeveyn kaybı veya boşanma gibi çocuklukta yaşanan zorlu deneyimler de ileride depresif bozukluklara zemin hazırlayabilir.
Yetişkinlik dönemindeki çevresel stresörler de en az çocukluk deneyimleri kadar etkilidir. Yoğun stresli yaşam olayları depresyonu tetikleyebilir. Örneğin bir yakınının vefatı, boşanma, ciddi sağlık sorunları, işten çıkarılma veya iflas gibi büyük kayıplar ve değişimler sonrası depresyon sık görülür. İş stresi ve işsizlik de önemli çevresel etkenler arasındadır; işyerinde aşırı yük, mobbing (psikolojik taciz) veya haksız muamele görmek kişinin tükenmesine yol açarak depresif belirtileri başlatabilir. Uzun süre işsiz kalmak veya ekonomik zorluklarla mücadele etmek de çaresizlik ve değersizlik duygularını pekiştirerek depresyon riskini artırır.
İlişki sorunları ve sosyal izolasyon da çevresel risk faktörlerindendir. Yakın ilişkilerinde sürekli çatışma yaşayan, aile veya arkadaş desteğinden yoksun kalan bireyler kendilerini yalnız ve çaresiz hissedebilirler. Örneğin kronik evlilik sorunları, boşanma süreci veya aile içi şiddet ortamı depresyonu tetikleyebilir. Benzer şekilde, güçlü sosyal bağları olmayan, toplumdan soyutlanmış veya destek sisteminden yalıtılmış kişiler depresyona daha yatkındır. Toplumsal izolasyon hem neden hem sonuç olarak depresyonla iç içe geçebilir – kişi depresyona girdiğinde içe kapanıp çevresinden uzaklaştıkça, bu yalnızlık duygusunu daha da derinleştirir.
Kültürel ve çevresel koşullar da önemlidir. Örneğin savaş, doğal afet, pandemi gibi geniş çaplı stres verici olaylar toplumda depresyon oranlarını yükseltebilir. Göç, şehir değişikliği, yeni bir ortama uyum sağlama gibi hayat değişimleri de hassas kişilerde depresyona yol açabilir. Türkiye’de son yıllarda yaşanan ekonomik dalgalanmalar, hukuk sistemine duyulan güvenin azalması ve toplumsal eylemler bireylerde yoğun bir belirsizlik duygusu yaratmıştır. Bu tür kronik stres faktörleri, depresyonun ortaya çıkışını kolaylaştırıcı çevresel etkenler arasında gösterilmektedir. Sonuç olarak, içinde yaşadığımız çevrenin zorlukları – ister çocuklukta ister yetişkinlikte – ruh halimizi derinden etkileyebilir. Destekleyici, güvenli ve istikrarlı bir çevre ise tam tersine bireyi depresyona karşı koruyabilmektedir, bunu aşağıda koruyucu faktörler kısmında ele alacağız.
Psikolojik Etkenler
Her bireyin duygu durumunu etkileyen kendine özgü psikolojik yapısı ve baş etme becerileri vardır. Bu psikolojik özellikler, bazı kişilerde depresyona yatkınlığı artırabilir. Kişilik özellikleri bunların başında gelir. Örneğin, düşük özsaygı (kendine değer vermeme) veya kronik özgüven eksikliği yaşayan bireyler olumsuz yaşam olaylarından daha fazla etkilenebilir ve depresyona daha açık olabilir. Benzer şekilde, aşırı mükemmeliyetçi kişilik yapısı, kişinin kendine yönelik eleştirilerini arttırarak ve başarısızlık hissini büyüterek depresif düşünceleri körükleyebilir.
Olumsuz düşünce kalıpları ve inançlar da depresyonun gelişiminde rol oynar. Sürekli kendini suçlama, değersiz görme veya dünya hakkında aşırı karamsar bir bakış açısına sahip olma, yaşanan olayların hep kötü tarafına odaklanma gibi bilişsel eğilimler kişinin duygu durumunu olumsuz etkiler. Bilişsel psikoloji kuramları, depresyonlu bireylerde “ben değersizim, gelecek umutsuz, dünya kötü” şeklinde üçlü olumsuz düşünce setinin yaygın olduğunu belirtir. Bu tür düşünce alışkanlıkları (bazen bilişsel çarpıtmalar olarak adlandırılır) kişinin yaşadığı stresörlerin etkisini büyüterek depresyona zemin hazırlayabilir. Örneğin küçük bir hatayı felaketleştirmek (“Ben zaten her şeyi berbat ediyorum”) veya olumlu olayları önemsemeyip olumsuzlara odaklanmak, depresif ruh halini besleyen düşünce hatalarındandır.
Psikolojik travmalar da derin izler bırakabilir. Bir kişinin geçmişinde yaşadığı ağır duygusal travmalar (örneğin taciz, şiddet, savaş deneyimi, büyük bir kazaya tanık olma gibi) sonradan depresif bozukluğun ortaya çıkmasında tetikleyici olabilir. Travma sonrası stres bozukluğu ve depresyon sıklıkla birlikte görülebilir; kişi travmanın anılarına eşlik eden sürekli bir keder ve çaresizlik içinde sıkışıp kalabilir. Kişisel kayıplar (sevilen birinin ölümü, ayrılık, düşük yapma gibi) da benzer şekilde kişinin psikolojik dengesini sarsarak depresyona yol açabilir.
Son olarak, önceden mevcut psikiyatrik sorunlar da bireyin depresyona yatkınlığını artırır. Örneğin daha önce bir depresyon geçirmiş olmak, ileride yeniden depresyon episodu yaşama riskini yükseltir. Yine geçmişte yaşanmış bir anksiyete bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu veya başka bir duygu durum bozukluğu öyküsü, kişinin stres karşısında kırılganlığını artırabilir. Bu nedenle psikolojik etkenler birikimli şekilde etki eder: yaşam boyu deneyimlerimiz, başa çıkma yöntemlerimiz ve düşünce alışkanlıklarımız, depresyona dirençli olup olmayacağımız konusunda belirleyici olmaktadır.