“Ben kimim?” sorusu, kulağa felsefi gelse de aslında çok insani bir arayış. Hepimiz zaman zaman bir şey hissederiz ama neden öyle hissettiğimizi anlayamayız. Bazı kararlarımızı kendimize bile açıklayamayız. İçimizde bir parçamız ‘böyle yapmamalıydın’ derken, diğer parçamız savunmaya geçer. Sanki beynimizin içinde birden fazla “ben” varmış gibi…
Peki neden kendimizi anlamak bu kadar zor?
Aslında insan beyni, kendini gözlemlemeye değil, hayatta kalmaya odaklı çalışır. Tehlikeyi sezmek, hızla karar vermek ve duyguları bastırmak beynimizin evrimsel olarak geliştirdiği becerilerden. Ancak modern hayatın “duygu bastır” yerine “kendini tanı” çağrısı, beynin bu alışkanlıklarıyla çelişebiliyor.
Özellikle otomatik düşünceler, kendimizi tanımamızı zorlaştıran en temel engellerden biri. Bilişsel Davranışçı Terapi’ye (BDT) göre, bu düşünceler öylesine hızlı ve alışılmış şekilde gelir ki, onları fark etmek bile zaman alır. Örneğin biri sana mesaj atmadığında, “Beni önemsemiyor” düşüncesi zihninde belirir. Belki de sadece meşguldür. Ama beynin, geçmiş deneyimlere dayanarak hızlıca bir yargıya varır.
Kendimizi anlamak aslında duygularımızı bastırmak değil, onları yargılamadan fark etmekle başlar. Bir duygunun “neden” orada olduğunu anlamak için onu bastırmak değil, ona nazikçe yaklaşmak gerekir.
Kendini tanımak bir varış değil, bir yolculuktur. Ve her yolculuk gibi, bu da yavaş, dalgalı ve çok insani bir süreçtir.
Takıntılı Düşünceler: Beynin Hayatta Kalma Taktiği mi?
Bir düşünce zihnine gelir ve gitmez. Gitmesi için dua edersin, başka şeyler düşünmeye çalışırsın, ama o hep bir köşede bekler. Takıntılı düşünceler, bazen bir cümle gibi, bazen bir görüntü gibi tekrarlanır durur. Bu kadar saçma olduğunu bildiğin halde seni huzursuz etmeye devam eder. Peki neden?
İyi haber: Bu senin “bozuk” olduğunu göstermez. Bu, beyninin seni hayatta tutma biçimi olabilir.
İnsan beyni tehditleri fark etmek, geleceği tahmin etmeye çalışmak ve hata yapmaktan kaçınmak üzere evrimleşti. Yani bir şey seni rahatsız ettiğinde, beyin “acaba bu önemli mi?” diyerek onu tekrar tekrar önüne koyar. Bu, seni korumaya çalıştığı bir mekanizmadır. Ancak özellikle belirsizliğe tahammülün azsa, bu mekanizma kontrolden çıkabilir.
BDT’ye göre, bu döngüde en sık yapılan hata “düşünce eşittir gerçek” yanılgısıdır. “Aklıma geldiyse doğru olmalı” diyerek düşünceye itibar etmek, onun seni yönetmesine neden olur. Halbuki düşünceler, zihnin sunduğu olasılıklardır; gerçekler değil.
Unutma, takıntılı düşünceleri kontrol edememek değil, onları yanlış yorumlamak yorar bizi. Düşünceler, kim olduğunun değil, zihninin bir anlığına neyle meşgul olduğunun işaretleridir.
Ve zihnini gözlemlemek, onu kontrol etmekten daha güçlü bir beceridir.
Depresyon mu, Ruhsal Yorgunluk mu?
Bazen sabah uyanmak ağır gelir. Yataktan kalkmak, giyinmek, konuşmak… Her şey sanki ekstra enerji ister. Eskiden keyif aldığın şeyler artık seni heyecanlandırmaz. İnsanlar “çok yorgun görünüyorsun” der ama bu sadece bedensel bir yorgunluk değildir. İçten içe bir tükenmişlik hissiyle yaşarsın. Peki bu ne: Depresyon mu, ruhsal yorgunluk mu?
Bu ikisi birbirine çok benzer ama aynı değildir.
Ruhsal yorgunluk, uzun süreli stres, yoğun sorumluluklar ve duygusal baskı altında kalan bir beynin alarm vermesidir. Kendini “işe yaramaz” değil ama “sıkılmış”, “yorulmuş”, “bitkin” hissedersin. Uyusan da geçmeyen bir yorgunluktur bu.
Beyin, özellikle prefrontal korteks dediğimiz karar alma ve planlama bölgesi, sürekli çalışmaktan “karar yorgunluğu” yaşar. Tıpkı kaslar gibi zihnin de tükenebilir. Özellikle duygusal olarak fazla şey taşıyorsan…
Depresyon ise genellikle sadece yorgunlukla sınırlı kalmaz. Umutsuzluk, değersizlik, kendini suçlama, ölüm düşünceleri gibi daha derin ve süreğen belirtiler eşlik eder. Keyif alma kapasitesinin kaybı (“anhedoni”) tipik bir depresyon belirtisidir.
BDT’ye göre depresyon, çoğu zaman otomatik olumsuz düşünce kalıplarından beslenir: “Ben beceriksizim”, “Kimse beni sevmez”, “Hiçbir şey değişmeyecek…”
Bazen sadece durmak, dinlenmek ve nefes almak yeterlidir. Ama bazen de profesyonel destek gerekir. Her iki durumda da duyguların mesajını duymaya çalışmak, bastırmaktan daha şefkatli bir yoldur.
Çünkü her yorgunluk depresyon değildir. Ama her yorgunluk dikkate alınmalıdır. Çocuklar Neden Ağlar? Beyin Gelişimi Açısından Bir Bakış
Bir çocuk ağladığında, yetişkinler genellikle ikiye ayrılır: Hemen susturmaya çalışanlar ve “bırak ağlasın, alışsın” diyenler. Ama belki de ilk sormamız gereken soru şu:
Bu çocuk neden ağlıyor?
Ağlamak, çocuklar için sadece üzülmenin değil, aynı zamanda stresin, korkunun, heyecanın ve hatta yorgunluğun ifadesidir. Henüz kelimelerle anlatamadıkları duygularını, bedenleri aracılığıyla dışa vururlar. Çünkü beyinleri henüz duyguları düzenleme ve mantıkla açıklama kapasitesine sahip değildir.
Bebeklikten itibaren beynin en hızlı gelişen bölgeleri, ilkel hayatta kalma sistemidir: ağlamak, bağırmak, yakınlık aramak. Bu alanlar beynin limbik sistemiyle ilgilidir ve özellikle amigdala, çocuklukta oldukça aktiftir. Amigdala, tehlike algısında başroldedir. Yani çocuk ağlarken beyni gerçekten “tehlike var” sinyali veriyor olabilir — bu tehlike bir oyuncağın alınması kadar basit bile olsa.
Ama işin önemli kısmı şu:
Çocuklar duygularıyla başa çıkmayı öğrenmezler, onlar düzenlenir.
Ve bu düzenleme, ilk başta bir başkası (ebeveyn) tarafından sağlanır. Bir yetişkin çocuğun yanında durduğunda, sesini yumuşattığında, temas ettiğinde — çocuğun beyni bu güvenli sinyalleri alır ve sakinleşir. Buna nörobilimde “ko-regülasyon” denir.
Zamanla, bu deneyimler çocuğun kendi kendini sakinleştirme kapasitesini oluşturur. Ama bu kapasite hemen oluşmaz. Bir çocuğun öfke nöbeti geçirmesi ya da yere yatıp ağlaması, onun “şımarık” olduğunu değil, beyin kablolarının hâlâ bağlanmakta olduğunu gösterir.
Küçük bir öneri:
Çocuğunuz ağladığında hemen susturmaya çalışmak yerine, sadece şöyle deyin: “Buradayım. Ne hissediyorsan birlikte bakabiliriz.”
Bu cümle çocuğun beynine güven, ilişki ve sakinlik sinyali verir. O an sakinleşmese bile, bu deneyim birikerek onun duygusal bağışıklığını güçlendirir.
Çünkü çocuklar, ağlayarak duygularını düzenlemeyi öğrenir. Ve en çok da yanında güvenli bir yetişkin olduğunda bunu başarabilirler.
İlişkilerde Anlaşmazlık Kaçınılmaz mı?
İlişkinizde “hep aynı şeyleri tartışıyoruz” diyorsanız yalnız değilsiniz. İki insan ne kadar uyumlu olursa olsun, anlaşmazlıklar kaçınılmazdır. Peki neden? Sevgi varsa neden anlaşmak bu kadar zor olur?
Cevap, hem beynimizde hem de geçmiş deneyimlerimizde saklı.
İlişki anlarında beynimiz her zaman mantıklı çalışmaz. Özellikle tartışma sırasında beynin duygusal merkezi olan amigdala, “tehdit” algısına benzer şekilde aktifleşir. Bu, partnerimizin söylediği bir cümleyi “saldırı” gibi algılamamıza neden olabilir. “Benimle ilgilenmiyorsun” cümlesi, karşımızdaki için sadece bir cümle olabilirken, bizim beynimizde terk edilme anılarımızı tetikleyebilir.
Bu yüzden bazı tartışmalar içeriğinden bağımsız olarak çok daha yoğun geçer. Çünkü tetiklenen şey sadece o anki durum değil, geçmişteki duygusal yaralardır.
Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), ilişkilerdeki anlaşmazlıkların çoğunun düşünce çarpıtmalarıyla beslendiğini söyler. Örneğin:
• “O bana böyle davranıyorsa, demek ki beni sevmiyor” → Zihin okuma
• “Hep beni suçluyor” → Aşırı genelleme
• “Bir daha asla düzelmeyecek” → Felaketleştirme
Bu otomatik düşünceler, ilişkideki iletişimi bozar çünkü karşımızdakini dinlemeyi bırakıp onunla savaşmaya başlarız.
Çiftler bazen en büyük hatayı, duygularını ifade etmeye çalışırken karşı tarafın savunmaya geçmesine neden olarak yapar. Bu da iletişim yerine savaş yaratır.
İlişkilerde anlaşmazlık kaçınılmazdır. Ama yıkıcı olmak zorunda değildir.
Asıl mesele, anlaşmazlık anlarını bağ kurma fırsatına dönüştürmeyi öğrenebilmektir. Ve bu, bir beceridir — öğrenilebilir.
YAZAN: GİZEM CAN ATMACA