Home / Sağlık / Teyeyden Tüm Garksinimleri Bekleme Dinamiyinin Ruhal Temelleri

Teyeyden Tüm Garksinimleri Bekleme Dinamiyinin Ruhal Temelleri

Kuramsal Arka Plan: İlişki İhtiyaçlarını Açıklayan Teoriler

  • Bağlanma Kuramı (John Bowlby): Bağlanma teorisi, erken çocuklukta bakım verenle kurulan ilişkinin, bireyin ileriki ilişkilerinde ne kadar güven ve bağımlılık hissedeceğini belirlediğini öne sürer. Güvensiz (özellikle kaygılı) bağlanan bireyler, yetişkinlikte partnerlerine karşı aşırı ihtiyaç duyma ve sürekli yakınlık talep etme eğilimi gösterebilir. Bu kişiler, partnerlerinin tüm duygusal ihtiyaçlarını karşılamasını bekleyerek çocuklukta eksik kalan güven duygusunu telafi etmeye çalışırlar.

  • “Yeterince İyi Ebeveyn” Kavramı (D. W. Winnicott): Winnicott, mükemmel ebeveynlik yerine “yeterince iyi” ebeveynliğin çocuk gelişimi için kafi olduğunu belirtmiştir. Ona göre bir ebeveyn, bebeğin ihtiyaçlarını her defasında değil yaklaşık %30 oranında tutarlı şekilde karşılasa bile sağlıklı bağlanma gelişebilir. Bu perspektif, yetişkin ilişkilerine uyarlandığında partnerin her ihtiyacı eksiksiz karşılamasının ne mümkün ne de gerekli olduğunu vurgular. Aksine, ufak hayal kırıklıkları ve ihtiyaçların tam karşılanmaması, tıpkı çocuklarda olduğu gibi, bireyin kendi kendini sakinleştirme becerilerini geliştirmesi için normal ve hatta yararlı kabul edilir.

  • Sosyal Destek ve İhtiyaç Çeşitliliği: Sosyal psikolojideki destek kuramları, insanların sağlıklı kalabilmek için birden fazla kaynaktan duygusal destek almaya ihtiyaç duyduğunu gösterir. Tek bir kişinin tüm ihtiyaçları karşılayabileceği inancı gerçekçi değildir; nitekim mutlu bireyler sevgi, aidiyet, paylaşım gereksinimlerini eş, arkadaşlar, aile, hobiler gibi çeşitli alanlardan karşılarlar. Sadece eşe odaklanmak ilişkiye aşırı duygusal yük bindirir. Modern ilişkilerde tek bir kişiden, eskiden bir köyün/toplumun sağladığı tüm rolleri üstlenmesi beklendiği dile getirilmiştir. Bu konuda yapılan çalışmalar, insan beyninin aslında yakın sosyal kaynakların varlığını varsayılan bir rahatlık düzeyi olarak kabul ettiğini bulgulamıştır; yani sosyal çevremiz bize destek olurken zihinsel ve duygusal yükümüz azalır. Tersine, kişi kendini tek başına (veya bütün yükü tek bir kişinin omuzlarında) bulduğunda stres düzeyi ve bilişsel yük artar. Polyvagal Teori de benzer biçimde, insan sinir sisteminin eş-düzenleme için tasarlandığını, yani iki kişinin birbirine güven sinyalleri vererek karşılıklı olarak sinir sistemlerini yatıştırdığını ileri sürer. Bu biyolojik ihtiyaç, duygusal desteğin tek bir kişiden ziyade güven veren bir sosyal ağdan alınmasının daha sürdürülebilir olduğunu ima eder.

  • İhtiyaç Temelli Motivasyon Kuramları: Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi veya Deci & Ryan’ın Öz-belirleme Kuramı gibi yaklaşımlar, insanların temel düzeyde farklı kategorilerde ihtiyaçlarının olduğunu belirtir: fizyolojik güvenlik, ait olma, sevgi, saygı, özerklik vb. Bu kuramlara göre, bir ilişkinin özellikle ait olma ve sevgi ihtiyacını karşılaması beklenir, fakat özsaygı, kendini gerçekleştirme, özerklik gibi diğer ihtiyaçlar ancak kısmen partner aracılığıyla tatmin olabilir. Kişinin tüm psikolojik ihtiyaçlarını tek bir ilişkiden karşılamaya çalışması, diğer büyüme ve doyum alanlarını ihmal etmesine yol açar. Nitekim sağlıklı ilişkilerde bireyler bir yandan ilişkiden sevgi ve güven ihtiyacını karşılarken, öte yandan kendilik değerini, başarı duygusunu ve sosyal bağlantılarını ilişki dışındaki yaşam alanlarında da sürdürürler. Tek bir kişiyi “her şeyimiz” haline getirmek, bu kuramlara göre insanın doğasına aykırıdır ve motivasyon dengesini bozar.

  • Şema Terapi Yaklaşımı: Şema terapi kuramı, çocukluk ve ergenlikte karşılanmayan duygusal ihtiyaçların zihinde erken dönem uyumsuz şemalar geliştirdiğini söyler. Young ve arkadaşlarına göre beş temel duygusal ihtiyaç (güvenli bağlanma, özerklik/yeterlik ve kimlik duygusu, gerçekçi sınırlar ve öz-denetim, duyguları ifade özgürlüğü, spontane oyun/eğlence) vardır; bu ihtiyaçlar yeterince karşılanmadığında birey bunlara karşılık gelen negatif inanç kalıpları geliştirir. Örneğin, çocuklukta sevgi ve ilgi ihtiyacı karşılanmayan biri “duygusal yoksunluk” şemasına sahip olabilir. Bu şema, kişinin yakın ilişkilerinde hiç kimsenin kendisini gerçekten sevemeyeceğine dair bir beklenti geliştirmesine yol açar. Paradoksal olarak, böyle bir birey partnerine karşı bitmek bilmeyen bir ilgi ihtiyacı ve talepkârlık gösterir çünkü içindeki boşluğu partnerinin sürekli onayıyla doldurmaya çalışır. Araştırmalar, duygusal yoksunluk şemasına sahip bireylerin ilişkilerinde tatminsizlik yaşama olasılığının yüksek olduğunu ve her iki partnerin de bundan olumsuz etkilendiğini ortaya koymuştur.

  • Öz-düzenleme Kapasiteleri: Psikoloji literatüründe, bireyin kendi duygularını ve stres düzeyini yönetebilme becerisi (öz-düzenleme), sağlıklı ilişki dinamikleri için kritik bir beceri olarak görülür. Bu kapasite büyük ölçüde çocuklukta bakım verenle kurulan ilişkide öğrenilir: Bebek, ağladığında onu sakinleştiren bir yetişkin oldukça zamanla kendi kendini de sakinleştirmeyi öğrenir. Eğer kişi çocuklukta duygularını yatıştırmayı öğrenemediyse, yetişkinlikte bu düzenleme işlevini partnerinin üstlenmesini bekleyebilir. Örneğin, yoğun kaygı veya üzüntü anlarında kendini toparlayamayan bir birey, partnerinin her defasında onu regüle etmesini (sakinleştirmesini, neşelendirmesini, sorunlarını çözmesini) talep etmeye başlayabilir. Bu durumda çift ilişkisinde bir eş, sürekli “terapist” veya “ebeveyn” rolüne bürünürken, diğer eş kendi duygusal dalgalanmalarını yönetmeyi öğrenemez hale gelir. Böyle bir dengesizlik, ilişkiye uzun vadede zarar verir çünkü sağlıklı bir ilişkide her iki taraf da belli ölçüde kendi duygu-durumlarını kontrol edebilmeli ve dengeyi karşılıklı kurabilmelidir.

“Her Şeyi Tek Kişiden Bekleme” Eğiliminin Psikodinamik Kökenleri

Bir partnerden tüm duygusal, psikolojik ve sosyal ihtiyaçları karşılamasını bekleyen tutumun kökeninde genellikle çocukluk deneyimleri ve bireyin psikodinamik yapısı yatar:

  • Çocuklukta İhmal ve Bağlanma Yaraları: Erken dönemde temel duygusal ihtiyaçları (sevgi, güven, onay) karşılanmayan çocuk, yetişkin olduğunda içindeki eksik parçayı partneri doldursun isteyebilir. Çocuklukta ihmal, duygusal istismar veya duyguların yok sayılması gibi deneyimler bireyde derin bir güvensizlik yaratır. Bu kişiler, farkında olmadan eşlerini çocukken alamadıkları koşulsuz sevginin kaynağı haline getirirler. Psikodinamik olarak burada aktarım mekanizması işler: Kişi, ebeveyninden görmesi gereken ilgiyi eşinden bekleyerek geçmişteki yaralarını sarmaya çalışır. Örneğin, annesi/babası tarafından duygusal olarak terk edilen bir birey, eşine karşı aşırı bağımlı davranıp onun da aynı şekilde terk etmemesi için her an yanında olmasını talep edebilir. Bowlby’nin bağlanma kuramı, böyle bireylerin terk edilme korkusuyla partnerine yapışma ve tüm desteği ondan bekleme davranışı gösterebileceğini vurgular.

  • İdealize Edilmiş Partner Fantezisi: Bazı bireyler için “her ihtiyacımı karşılayacak mükemmel eş” fikri, bilinçdışı bir fantezi olarak gelişir. Bu, masallardaki “ruh eşi” anlatıları veya ebeveynlerinin mükemmel evlilik modeline özlem gibi faktörlerden beslenebilir. Böyle bir kişi, ilişkiye gerçekçi beklentiler yerine bir ideal yükler. Partnerini kusursuz bir sevgi ve ilgi kaynağı olarak görür ve en ufak bir eksik durumda hayal kırıklığı yaşar. Bu idealizasyon eğilimi, genellikle kaçınılmaz olarak büyük düş kırıklıkları yaratır çünkü gerçek hiçbir insan bu hayali tam anlamıyla karşılayamaz. Nitekim uzmanlar, tek bir ilişkinin insanı tamamen tatmin edebileceğine inanmanın “tam bir yanılgı” olduğunu ve böylesi gerçek dışı beklentilerin ilişkilere ciddi zarar verdiğini belirtmiştir. Sonuçta, ideal partner fantezisiyle yaşayan kişi, gerçekte partnerinin insanî sınırlılıklarını gördükçe değersizlik ve incinme duygularına kapılır.

  • Düşük Özdeğer ve Onay Arayışı: Bir kişiden her şeyi bekleme tutumunun altında çoğu zaman kişinin kendi özsaygısındaki yaralanma yatar. Çocuklukta yeterince değer görmemiş veya sürekli eleştirilmiş bireyler, yetişkinlikte kendi değer duygularını partnerlerinin geri bildirimine bağlama eğilimindedir. Yani, eşleri onları her daim sevip desteklerse “değerli” hissedeceklerini düşünürler. Bu durum, psikodinamik literatürde narsistik yaralanma veya özdeğer eksikliğiyle ilişkilendirilir. Kişi kendini içten yeterli ve sevilebilir bulmadığında, dışarıdan sürekli onay ve takdir toplayarak bu boşluğu doldurmaya çalışır. Partnerinden beklentilerin sınırsız hale gelmesi, aslında kişinin kendi içindeki boşluğu büyütür; çünkü hiçbir dış kaynak sürekli ve kesintisiz biçimde bir insanın kendine değer verme ihtiyacını tam manasıyla doyuramaz.

  • Eş-bağımlılık (Koda bağımlılığı): Psikodinamik perspektifte, bir tarafın aşırı ihtiyaçlı, diğer tarafın ise aşırı verici olduğu ilişki örüntülerine eş-bağımlılık adı verilir. Bu durumda kişi, kendi iyi olma halini tamamen partnerine bağımlı kılar ve onsuz işlev göremeyeceğine inanır. Eş-bağımlılığın kökeninde genellikle çocuklukta karşılanmamış ihtiyaçlar ve sağlıklı bir bireyleşme sürecinin tamamlanamaması vardır. Örneğin duygusal boşlukla büyüyen biri, yetişkinlikte partnerinin varlığıyla kendini “tam” hissetmeye çalışır. Eş-bağımlı kişiler, ilişkide sağlıklı sınırlar çizmekte zorlanırlar; hayatlarını partnerlerinin ihtiyaçlarına göre şekillendirir ve kendi kimliklerini büyük ölçüde unutur hale gelirler. Böyle bir dinamikte, talep eden kişi partnerine adeta yapışarak onun ilgisini yitirmemeye çalışırken, karşılayan kişi de kendi sınırlarını koruyamamaktan ötürü giderek tükenir. Psikodinamik olarak bu, karşılıklı bir patolojiye dönüşebilir: Bir tarafın düşük özsaygısı, ötekinin kurtarıcı rolüne bürünmesine neden olur; bu döngü her iki tarafın da duygusal gelişimini kısıtlar ve ilişkiyi durağan, sağlıksız bir hale getirir.

İlişki Doyumu ve Sürdürülebilirliğine Etkileri

Partnerlerden birinin diğerine karşı gerçekçi olmayan düzeyde beklentiler taşıması, araştırmalara göre ilişki doyumunu ve uzun vadeli sürdürülebilirliği olumsuz etkiler. Bir ilişkide karşılanamayan yüksek beklentiler, taraflarda kronik bir memnuniyetsizlik ve hayal kırıklığı döngüsü yaratır. Örneğin, romantik ilişkilerde idealize edilmiş beklentilerin gerçeğe uymaması, daha düşük ilişki tatmini ve bağlılık ile ilişkilendirilmiştir. Tek bir kişinin her açıdan “mükemmel eş” olmasını bekleyen kişiler, kaçınılmaz olarak hayal kırıklığına uğrar ve bu duyguyu ilişkiye yansıtarak genel memnuniyeti düşürürler. Psikologlar, iyi bir ilişkide dahi partnerlerin birbirine karşı saygı, sevgi, sadakat gibi temel konularda yüksek beklentilerinin olmasının doğal fakat her duygusal ihtiyacın daima ve tamamen karşılanacağına dair beklentilerin sağlıksız olduğunu belirtmektedir.

Nitekim Winnicott’un “yeterince iyi” bakımı kavramına atıfla, ilişki uzmanları “yeterince iyi ilişki” kavramını kullanırlar. Yeterince iyi bir ilişki, her iki tarafın da temel ihtiyaçlarının büyük ölçüde karşılandığı fakat mükemmellik baskısının olmadığı, ufak tatminsizliklerin tolere edilebildiği bir ilişkidir. Bu yaklaşım, ilişkide gerçekçi beklentiler geliştirmenin önemini vurgular. Gerçekçi olmayan beklentiler ise ilişki çatışmalarını artıran “sessiz katiller” gibidir; iletişimsizlik, kırgınlık ve güvensizlik tohumları eker.

Literatür bu konuda dikkat çekici bulgular sunmaktadır. Yakın tarihli araştırmalar, partnerlerde erken dönem uyumsuz şemaların (ör. terk edilme, duygusal yoksunluk şemaları) varlığının çiftlerin ilişki doyumunu belirgin biçimde azalttığını göstermiştir. Özellikle duygusal yoksunluk şemasına sahip bireyler, partnerlerinden ne yaparsa yapsın yeterince ilgi görmedikleri duygusuna kapılarak kronik bir memnuniyetsizlik yaşayabilirler. Bu durum sadece kişinin kendi mutluluğunu değil, partnerinin de ilişkiye dair tatminini düşürür; çift içinde paylaşılan genel mutluluk düzeyi geriler. Benzer şekilde, yoğun terk edilme korkusu taşıyan (bağlanma kaygısı yüksek) bireylerin ilişkilerinde, hem kendilerinin hem de eşlerinin ilişki memnuniyetinin daha düşük olduğu bulunmuştur. Çünkü bu korku, ilişkide aşırı talepkârlık ve güvensizlik yaratmakta; bir tarafın sürekli endişeli olması diğer tarafın da ilişkiye dair huzurunu bozmaktadır.

Bu negatif döngü, ilişkinin sürdürülebilirliğini de tehdit eder. Bir taraf “sen benim her şeyim olmalısın” diye düşündüğünde ve diğer taraf da bu imkânsız beklentiyi karşılamaya çalıştığında, ilişkide zamanla tükenme yaşanır. Çiftler arasında olması gereken sağlıklı mesafe ve yakınlık dengesi bozulur. Bir uzman bu durumu, “Eğer bir ilişkide taraflar birbirinin hem en yakın arkadaşı, hem tutkulu sevgilisi, hem terapisti, hem ailesi, hem iş ortağı… olması gerektiğine inanırsa, bu ilişki muhtemelen çıkmaza girmeye mahkûmdur” şeklinde özetlemiştir. Gerçekten de, tek bir ilişkiye aşırı anlam yüklemek, o ilişkiyi taşıyamayacağı bir yük altında bırakır ve bağın zamanla zayıflamasına yol açar. Sonuçta, çiftler ya sürekli çatışma yaşar hale gelir ya da biri tümüyle bunalarak ilişkiden geri çekilmeye başlar – her iki durumda da ilişkinin uzun vadeli devamlılığı riske girer.

Taraflar Üzerindeki Psikolojik Sonuçlar

Bir ilişkide tüm ihtiyaçların tek bir kişiden beklenmesi, hem bu beklentiyle yaşayan kişi (talep eden taraf) hem de bu bitmek bilmeyen talepleri karşılamaya çalışan eşi (karşılayan taraf) üzerinde ciddi psikolojik etkilere yol açar:

  • “Talep Eden” Taraf: Sürekli yüksek beklenti içinde olan kişi, karşı taraf en ufak bir ihtiyacını karşılayamadığında derin bir hayal kırıklığı ve kendi değersizliği/yetersizliği hissine kapılabilir. Karşılanamayan beklentiler, bireyin çocukluktan getirdiği “Ben sevilmeye layık değil miyim?” inancını yeniden alevlendirebilir. Bu kişi, ilişkideki en küçük mesafeyi veya partnerinin ilgisindeki dalgalanmaları bile kişisel bir reddedilme olarak algıladığı için yoğun anksiyete yaşayabilir. Duygularını düzenlemekte zorlanır; ihtiyaçları karşılanmadıkça paniğe kapılıp daha da taleplerini artırabilir. Kendi duygusal regülasyon becerileri zayıfladığı için, duygusal dengesi partnerinin tepkilerine bağımlı hale gelir. Bu da bir kısır döngü yaratır: Kişi ne kadar çok onay ve ilgi talep ederse, partnerinin bunları sürekli verme kapasitesi o kadar zorlanır, bu da talep eden kişinin yine kendini kötü hissetmesine yol açar. Ayrıca, sürekli dış onay aramak bireyin öz-yeterlik duygusunu zedeler; kişi kendi başına sorun çözme, tek başına mutlu olma becerilerini göremez hale gelir. Örneğin, çocuklukta duygusal ihtiyaçları karşılanmamış ve bu yüzden eş-bağımlı eğilimler geliştirmiş bir birey, kendi değerini tamamen partnerinin ilgisine endeksleyebilir. Kendi kimlik ve benlik gelişimi duraklar, adeta “eşinin bir uzantısı” gibi yaşamaya başlayabilir. Bu bireyselleşememe, kişinin uzun vadede depresif hissetmesine veya özgüven kaybına yol açabilir; çünkü hayatının kontrolü kendi elinde değilmiş gibi hisseder.

  • “Karşılayan” Taraf: İlişkide her talebi karşılamaya çalışan, karşı tarafı mutlu etmek için kendini feda eden kişi başlangıçta bunu sevgi göstergesi olarak yapıyor olsa da zamanla ciddi bir tükenmişlik yaşayabilir. Partnerinin bitmek bilmeyen duygusal ihtiyaçlarına yetişmeye çalışmak, bir süre sonra bu kişide duygusal yorgunluk ve stres belirtileri doğurur. Kendisini ilişkinin bakıcı ebeveyni gibi hissetmeye başlayabilir – devamlı teskin eden, sorun çözen, fedakârlık eden tarafta olmak büyük bir yük haline gelir. Eşinin üzüntüsünü veya öfkesini dindirmeye çalışırken kendi duygusal ihtiyaçlarını ikinci plana atar. Bu rol dağılımı, karşılayan kişinin kendi sınırlarını ihlal edilmiş hissetmesine yol açar; çünkü ne kadar çaba gösterse karşı tarafın beklentileri bitmemektedir. Zamanla bu kişi kendini değersiz ve takdir edilmiyor hissedebilir – sanki hiçbir şeyi yeterince iyi yapamıyormuş gibi bir duyguya kapılır. Nitekim araştırmalar, ilişkide bir tarafın aşırı özverili olup hep veren konumunda kalmasının, o kişide karşı tarafa yönelik küskünlük ve öfke biriktirdiğini bulmuştur. Karşılayan eş bir yandan kızgınlık hissederken bir yandan da suçluluk duyabilir (partnerimi hayal kırıklığına uğratıyorum diye). Bu iç çatışma, psikolojik açıdan tükenmeye zemin hazırlar. Öfke patlamaları, iletişimde kopukluklar veya duygusal olarak içe kapanma gibi tepkiler gösterebilir. Hatta bazı durumlarda, sürekli ebeveyn rolüne sürüklenen taraf, partnerine karşı başlangıçtaki romantik çekimini yitirmeye başlayabilir; zira ilişki bir ilişkisi olmaktan çıkıp bakım veren-bağımlı çocuk dinamiğine dönmüştür. Sonuç olarak, bu kişi ya ilişki içinde sessizce uzaklaşır (duygusal kopuş yaşayabilir) ya da açık çatışma yoluyla bu döngüye isyan eder. Her iki durumda da yoğun stres altında kalan beden ve zihin, depresyon, anksiyete bozukluğu veya psikosomatik belirtiler (örneğin uyku sorunları, kronik yorgunluk) geliştirebilir.

Özetle, bir ilişkide tüm duygusal yükün iki kişi yerine tek bir kişinin omuzlarına binmesi sağlıksız bir dengedir. Talep eden taraf için bu yaklaşım; gelişimsel olarak olgunlaşamama, sürekli tatminsizlik ve düşük özdeğer sarmalı anlamına gelirken, karşılayan taraf için tükenmişlik, kendi benliğinden ödün verme ve duygusal olarak yük altında ezilme tehlikesini doğurur. Uzun vadede, her iki taraf da kırgınlık ve boşluk hissi yaşamaya başlayabilir. İlişkinin kalitesi bozulur, taraflar arasında bağlılık duygusu yerini zorunluluk veya bıkkınlık duygusuna bırakabilir. Sağlıklı bir ilişki için, bireylerin duygusal ve sosyal ihtiyaçlarını dengeli biçimde hem ilişkiden hem de diğer kaynaklardan karşılamaları; birbirlerine destek olurken aynı zamanda kendi kendilerine yetebilmeleri kritik önemdedir. Aksi halde, tüm ihtiyaçların tek kişiden beklendiği ilişki dinamiği, hem ilişkiyi hem bireyleri yıpratarak özünde kimsenin tam olarak mutlu olamadığı bir duruma dönüşür.

Kaynaklar: Bu içerikte belirtilen görüş ve bulgular, Bowlby’nin bağlanma teorisi ve Winnicott’un nesne ilişkileri kuramı gibi klasik psikoloji kuramlarının yanı sıra güncel çift terapisi literatüründeki araştırmalara dayanmaktadır. Örneğin, Psychology Today’de yayımlanan popüler makalelerde tek bir ilişkiye aşırı yük bindirmenin “hata” olduğu, bir kişinin tüm ihtiyaçları karşılayamayacağı vurgulanmıştır. Yapılan bilimsel çalışmalar, duygusal yoksunluk ve terk edilme gibi şemaların çiftlerin ilişki tatminini düşürdüğünü göstermiştir. Çocuklukta karşılanmayan ihtiyaçların yetişkinlikte eş-bağımlı ilişkilere zemin hazırladığı, bu durumun da taraflardan birinde kimlik erozyonuna, diğerinde ise tükenmişliğe yol açtığı klinik gözlemlerle desteklenmiştir. Sonuç olarak, çok yönlü bilimsel birikim, bir ilişkide her şeyin tek kişiden beklenmesinin sürdürülebilir olmadığını; sağlıklı sınırlar, çoklu sosyal destek ağları ve bireysel duygu düzenleme becerilerinin tatmin edici ve dengeli bir ilişki için elzem olduğunu ortaya koymaktadır.

Kaynakça

Ainsworth, M. D. S., Blehar, M. C., Waters, E., & Wall, S. (1978). Patterns of attachment: A psychological study of the strange situation. Lawrence Erlbaum.

Bowlby, J. (1988). A secure base: Parent-child attachment and healthy human development. Basic Books.

Deci, E. L., & Ryan, R. M. (2000). The “what” and “why” of goal pursuits: Human needs and the self-determination of behavior. Psychological Inquiry, 11(4), 227–268. https://doi.org/10.1207/S15327965PLI1104_01

Elliott, R., Watson, J., Goldman, R. N., & Greenberg, L. S. (2004). Learning emotion-focused therapy: The process-experiential approach to change. American Psychological Association. https://doi.org/10.1037/10725-000

Fosha, D. (2000). The transforming power of affect: A model for accelerated change. Basic Books.

Gottman, J. M., & Silver, N. (2015). The seven principles for making marriage work: A practical guide from the country’s foremost relationship expert (2nd ed.). Harmony Books.

Johnson, S. M. (2008). Hold me tight: Seven conversations for a lifetime of love. Little, Brown Spark.

Maslow, A. H. (1943). A theory of human motivation. Psychological Review, 50(4), 370–396. https://doi.org/10.1037/h0054346

Neff, K. D. (2003). Self-compassion: An alternative conceptualization of a healthy attitude toward oneself. Self and Identity, 2(2), 85–101. https://doi.org/10.1080/15298860309032

Porges, S. W. (2011). The polyvagal theory: Neurophysiological foundations of emotions, attachment, communication, and self-regulation. W. W. Norton & Company.

Rusbult, C. E., Martz, J. M., & Agnew, C. R. (1998). The investment model scale: Measuring commitment level, satisfaction level, quality of alternatives, and investment size. Personal Relationships, 5(4), 357–391. https://doi.org/10.1111/j.1475-6811.1998.tb00177.x

Tatkin, S. (2012). Wired for love: How understanding your partner’s brain and attachment style can help you defuse conflict and build a secure relationship. New Harbinger Publications.

Volkan, V. D. (1988). The need to have enemies and allies: From clinical practice to international relationships. Jason Aronson.

Winnicott, D. W. (1965). The maturational processes and the facilitating environment: Studies in the theory of emotional development. International Universities Press.

Young, J. E., Klosko, J. S., & Weishaar, M. E. (2003). Schema therapy: A practitioner’s guide. Guilford Press.

Etiketlendi:

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir